AKTAB-I ERBAA
.jpg)
Hz. ABDÜLKĀDİR-i GEYLÂNÎ
Muhyiddîn Ebû Muhammed Abdülkādir b. Ebî Sâlih Mûsâ Zengîdost el-Geylânî (ö. 561/1165-66)
470’te (1077) Hazar denizinin güneybatısındaki Gîlân eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu. Arapça’da “el-Cîlî, el-Cîlânî”, Farsça’da “Gîlî, Gîlânî”, Türkçe’de ise “Geylânî” şeklinde telaffuz edilen nisbesiyle şöhret buldu. Babası Ebû Sâlih Mûsâ’nın dindar bir kimse olduğu bilinmekte, ancak hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Hz. Ali’ye ulaşan soy şeceresi kaynaklarda şöyle verilmektedir: Abdülkādir-i Geylânî b. Mûsâ b. Abdullah b. Yahyâ b. Muhammed b. Mûsâ el-Cevn b. Abdullah el-Kâmil b. Hasan el-Müsennâ b. Hasan b. Ali. Hz. Hasan soyundan gelen şerifler İdrîsîler, Sa‘dîler (Filâliyyûn) ve Kādirîler adı verilen üç kola ayrılırlar.
Küçük yaşta babasını kaybeden Abdülkādir, annesinin yanında ve dedesi Savmaî’nin himayesinde büyüdü. Bütün gayesi tahsiline devrin en önemli ilim ve kültür merkezi olan Bağdat’ta devam etmekti. On sekiz yaşına gelince annesinden izin alarak bir kafileye katılıp Bağdat’a gitti (1095). Orada Ebû Gālib b. Bâkıllânî, Ca‘fer es-Serrâc, Ebû Bekir Sûsen ve Ebû Tâlib b. Yûsuf gibi âlimlerden hadis; Ebû Sa‘d el-Muharrimî (Mahzûmî), Ebû Hattâb ve Kādî Ebû Hüseyin gibi hukukçulardan fıkıh; Zekeriyyâ-yı Tebrîzî gibi dilcilerden de edebiyat okudu. Kısa zamanda usul*, fürû* ve mezhepler konusunda geniş bilgi sahibi oldu. Bağdat mutasavvıflarıyla yakın dostluklar kurduğu bu yıllarda Ebü’l-Hayr Muhammed b. Müslim ed-Debbâs (ö. 525/1131) vasıtasıyla tasavvufa intisap etti. Kaynaklar tarikat hırkasını Debbâs’tan giydiğini ve onun damadı olduğunu bildirirler. Hocası Ebû Sa‘d’ın kendisine tahsis ettiği Bâbülerec’deki medresede hadis, tefsir, kıraat, fıkıh ve nahiv gibi ilimleri okuttu ve vaaz vermeye başladı. Dinî ve Tasavvufî Düşünceleri. Abdülkādir-i Geylânî, Bağdat’a gittiği zaman mensup olduğu Şâfiî mezhebini bırakarak mizacına daha uygun gelen Hanbelî mezhebine girmiş, bununla birlikte hayatının sonuna kadar her iki mezhebe göre fetva vermiştir. Rivayete göre rüyasında Ahmed b. Hanbel Abdülkādir’den, o sırada zayıf durumda bulunan Hanbelîliği canlandırmasını istemiş, o da Hanbelî mezhebine girerek bütün gücüyle bu mezhebi ihya etmeye çalışmıştır. Yaşadığı dönemde Hanbelîler’in imamı olmuş ve bundan dolayı kendisine “Muhyiddin” (dini ihya eden) unvanı verilmiştir.
Abdülkādir-i Geylânî’nin tasavvufu, şeriata ve dinin zâhirî hükümlerine titizlikle bağlı kalma esasına dayanır. O, her an Kur’an ve hadislere uygun hareket etmeyi şart koşar. Ona göre bir zâhidin hayatında görülebilecek derunî haller dinî ölçülerin dışına taşmamalıdır. Müridlerine hep, “Uyun, uydurmayın; itaat edin, muhalefet etmeyin, yakınmayın; temizlenin, kirlenmeyin” şeklinde tavsiyelerde bulunurdu. Dinin zâhirî hükümlerine uymadığı için Sehl et-Tüsterî’nin “sır” nazariyesini reddetmiş, kendi tarikatının şeriata uygun olduğu İbn Teymiyye gibi bir münekkit tarafından bile kabul edilmiştir. Semâ*a karşı değildir. Kur’an’ın telhin ve teganni ile değil, tertîl ve tecvid üzere okunmasını ister, aksine hareket etmeyi yasaklardı.
Hz. AHMED er-RİFÂÎ
Seyyid Ahmed b. Alî el-Mekkî b. Yahyâ er-Rifâî (ö. 578/1182)
512’de (1118), Bağdat’la Basra arasında kalan Batâih bölgesinde Ümmüabîde köyünde doğdu. Atalarından Rifâa el-Hasan el-Mekkî’den (ö. 331/943) dolayı Rifâî nisbesini aldı. Şa‘rânî ise eṭ-Ṭabaḳātü’l-kübrâ’sında (s. 140), bu nisbenin aynı ismi taşıyan bir Arap kabilesine mensup olmasından ileri geldiğini yazar. Ahmed er-Rifâî’nin Hz. Hüseyin soyundan gelen bir seyyid olduğunda bütün kaynaklar birleşirler. İmam Mûsâ el-Kâzım’ın oğlu İbrâhim el-Murtazâ neslinden olan ceddi Rifâa el-Hasan el-Mekkî, Karmatîler’in sebep olduğu kargaşa ve isyanlar sırasında Mekke’den İspanya’ya hicret ederek İşbîliye’ye yerleşti. Torunlarından Seyyid Yahyâ, ailesiyle birlikte İşbîliye’den tekrar Hicaz’a dönmüş (450/1058), daha sonra Basra’ya gitmişti. Orada kendisine Şiîler’le Sünnîler arasındaki kavgalara son vermesi için Tâlibiyyûn’un nakiblik görevi verilmiş, Basra, Vâsıt ve Batâih bölgelerinde huzuru sağlamıştı. Ahmed er-Rifâî’nin babası olan Seyyid Ali bu zatın oğludur; annesi ise Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin soyundan Fâtıma el-Ensârî’dir.
Babası öldüğünde yedi yaşında olan Ahmed er-Rifâî’yi, devrin büyük sûfîlerinden dayısı Mansûr el-Batâihî, annesi ve kardeşleriyle birlikte himayesine aldı. Kur’an öğrenimini ve hıfzını tamamladıktan sonra, devrin âlim ve mutasavvıflarından Ali Ebü’l-Fazl el-Vâsıtî ve diğer bazı âlimlerden İslâmî ilimleri öğrendi. Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin Şâfiî fıkhı ile ilgili Kitâbü’t-Tenbîh’ini okudu. Bu kitaba yazdığı şerh Moğol istilâsı sırasında kaybolmuştur. Vâsıtî ona icâzet verdi ve hırkasını giydirdi. “Herkes üstadıyla ben ise talebem Rifâî ile iftihar ederim” diyen Vâsıtî, zâhir ve bâtın ilimlerine sahip bir âlim ve sûfî olduğunu belirtmek üzere ona “ebü’l-alemeyn” unvanını verdi. Ahmed er-Rifâî, Vâsıtî’nin ölümünden sonra dayısı Mansûr el-Batâihî’nin terbiye ve irşad halkasına girdi. Rifâî’ye hilâfet* ve “şeyhü’ş-şüyûh” unvanını vererek kendisine bağlı bütün tekkelerin şeyhliğini de tevdi eden Batâihî, Ümmüabîde’deki tekkeye yerleşip müridlerin irşad ve terbiyesiyle meşgul olmasını istedi.
1160’ta bazı yakınları ve müridleriyle birlikte hacca gitti. Dönüşte Medine’yi ziyaret etti. Medine uzaktan görününce devesinden inip yürüyerek Ravza-i Mutahhara’ya girdi. Rifâî’nin bu ziyaret sırasında zuhur ettiği ileri sürülen bir kerametiyle ilgili menkıbe oldukça meşhurdur. Rivayete göre, Hz. Peygamber’in kabri önüne gelince “es-Selâmü aleyke yâ ceddî!” diyerek selâm vermiş, orada bulunanlar Hz. Peygamber’in “Aleyke’s-selâm yâ veledî!” sözüyle selâma karşılık verdiğini duymuşlar; cezbeye gelen Rifâî diz çöküp, “Uzakta iken benim yerime varıp toprağını öpsün diye sana ruhumu gönderiyordum; şimdi bu devlet bedenime de nasip oldu; uzat elini de dudaklarımla öpeyim” mânasına gelen meşhur şiirini okumuş; bunun üzerine Hz. Peygamber’in kabrinden dışarıya nûrânî bir el uzanmış ve Rifâî bu eli öpmüş; aralarında Hayât b. Kays el-Harrânî ve Adi b. Müsâfir gibi zatların da bulunduğu büyük bir topluluk hadiseye şahit olmuşlardır. Ahmed er-Rifâî’nin biyografisini yazan müellifler pek çok şahit ismi sayarak bu menkıbeyi mütevâtir bir haber şeklinde değerlendirirler. Ġāyetü’t-taḥrîr müellifi Abdülazîz ed-Dîrînî, Hz. Peygamber’in selâma karşılık vermesinin ve kabrinden dışarıya nûrânî bir elin uzanmasının mümkün olduğu hakkında devrin kadısına ait bir fetvayı da zikreder. Celâleddin es-Süyûtî bu haberi incelediği eş-Şerefü’l-muhtem adlı risâlesinde hadisenin tevâtür derecesine ulaştığını söyler. Rifâî şeyhlerinden Ebü’l-Hüdâ es-Sayyâdî de bu menkıbe hakkında kaleme aldığı el-Kenzü’l-mutalsem fî meddi yedi’n-Nebî li-veledihi’l-gavs er-Rifâʿî adlı eserinde bu menkıbeye yer veren pek çok kitap ve müelliften iktibaslar yapmıştır. Rifâî’ye saygısı ve bağlılığı olanların bu menkıbeyi mütevâtir haber olarak gösterme gayretlerine rağmen, bizzat Rifâî, prensip olarak keramete önem vermemiştir.
Ahmed er-Rifâî’nin menkıbe ve eserlerinde görülen tasavvuf ve tarikat anlayışı Kitap ve Sünnet’e tamamen uygundur. Buna göre İslâm, “zâhir” ve “bâtın”ı ile bir bütündür. Bâtın zâhirin özü, zâhir bâtının zarfıdır; zâhir olmasa bâtın da olmazdı. Kalp cesetsiz olmaz, kalbi olmayan ceset ise çürür. Tasavvuf bâtın ilmidir. Tarikat şeriat demektir. Derviş olmak için toplumdan uzaklaşmak gerekmez. Müridler dünyevî meşguliyetlerini terketmeksizin, helâl ve harama dikkat ederek ve gafletten uzak kalmak suretiyle hak yolunda ilerleyebilirler. Tasavvuf baştan sona “edep”ten ibarettir ve bütün edepler Hz. Peygamber’in sünnetine tâbi olarak elde edilir.
Hz. AHMED el-BEDEVÎ
Ebü’l-Fityân Ahmed b. Ahmed b. İbrâhîm el-Fâsî et-Tantâvî el-Bedevî (ö. 675/1276)
Milâdî 692 yılında Arabistan’da çıkan karışıklıklar üzerine Fas’a göç eden bir aileye mensuptur. 596’da (1200) Fas’ta doğdu. Yüzünü Afrika bedevîleri gibi örttüğü için el-Bedevî, cesur ve atılgan bir genç olduğu için de el-Attâb ve Ebü’l-Fityân lakaplarıyla tanındı. Küçük yaşta ailesiyle birlikte hacca gitti. Mekke’de iken babası vefat etti. Gençlik döneminde zâhirî ilimlerle meşgul oldu. Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledikten sonra kıraat ilmine ilgi duydu ve Kur’an’ı kırâat-i seb‘a* üzere okumayı öğrendi.
Bedevî’nin Kuzey Afrika ve özellikle Mısır’ın dinî-tasavvufî hayatında derin izleri olduğu gibi tasavvuf tarihi içinde de önemli bir yeri vardır. Tasavvuf ehli onu Abdülkādir-i Geylânî, Ahmed er-Rifâî ve İbrâhim ed-Desûkī ile birlikte “aktâb-ı erbaa”dan biri olarak kabul eder. Bedevî Mısır halkı tarafından aynı zamanda büyük bir kahraman ve kurtarıcı olarak tanınmış, hıristiyanların elinden müslümanları kurtardığına inanıldığı için “mücîbü’l-üsârâ min bilâdi’n-nasârâ” lakabını almıştır. Ayrıca Bedeviyye tarikatı mensuplarının Haçlılar’a karşı verdikleri çetin mücadele de bilinmektedir.
Hz. DESÛKĪ, İbrâhim b. Abdülazîz
Burhânüddîn İbrâhîm b. Ebi’l-Mecd Abdilazîz ed-Desûkī (ö. 676/1277)
633’te (1235) Aşağı Mısır’daki Markus’ta doğdu. Ömrünün çoğunu aynı bölgedeki Desûk (Düsûk, Disûk) kasabasında geçirdiğinden Desûkī nisbesiyle ve Ebü’l-Ayneyn unvanıyla tanındı. Babası Ebü’l-Mecd Abdülazîz, Rifâî şeyhlerinden Ebü’l-Feth Ebü’l-Ganâim el-Vâsıtî’nin damadı ve halifesiydi. Pek çok velî gibi onun şeceresi de Hz. Hüseyin’e bağlandığı için seyyid kabul edilmektedir.
İbrâhim ed-Desûkī öğrenimine Desûk’ta başladı; Kur’an’ı ezberledi; Şâfiî fıkhı okudu. Sonra babasından Rifâiyye hırkasını giydi. Daha sonra Sühreverdî şeyhlerinden Necmeddin İsfahânî’ye intisap etti. Şâzeliyye tarikatına da sülûk eden Desûkī’nin ayrıca Ebû Medyen el-Mağribî’ye ulaşan bir silsilesi daha vardır. Bütün bunlar onun Rifâiyye, Sühreverdiyye, Şâzeliyye gibi tarikatları yakından tanıdığını ve bunlardan nasip aldığını gösterir.
Mutasavvıflar tarafından dört büyük kutubdan biri olarak kabul edilen Desûkī (diğer üçü Abdülkādir-i Geylânî, Ahmed er-Rifâî, Ahmed el-Bedevî’dir) yirmi yıl kadar halvethânesinde mücahede ve tefekkürle meşgul oldu. Babasının cenaze namazını kılmak için çıktığı bu halvethâneye tekrar dönmek istediyse de dostlarının ricası üzerine bundan vazgeçti. Hayatta iken etrafında toplanan müridleri, kendisinin kırk üç yaşında vefatından sonra halifesi ve kardeşi Şeyh Mûsâ’ya tâbi olup onun tasavvuf anlayışını devam ettirmişler ve bir tarikat haline getirmişlerdir.
Desûkī vefat ettiğinde halvethânesine gömülmüştür. Sağlığında bu halvethânenin yanında inşasına başlanan cami el-Câmiu’l-İbrâhîmî veya Ma‘hedü Desûk diye bilinir. Sultan Kayıtbay tarafından onarılan ve daha sonra bazı değişiklikler geçiren cami bugünkü şeklini 1885’te Hidiv Tevfik zamanında almıştır.
Desûkī bir yönüyle şeriata çok bağlı, diğer yönüyle son derece esrarengiz bir sûfîdir. Müridlerin şeyhlerine çok bağlı olmaları, şeyhlerin de müridlerine evlâtları gibi muamele etmeleri gerektiğini belirtir. Helâl yemeye, hak hukuk gözetmeye ve şeriatın hükümlerine sıkı bir şekilde bağlı kalmaya büyük önem verir. Şeriatla hakikatin, zâhirle bâtının bağdaştırılmasını ister. Hakikati tasvir ve ifade olarak değil zevk ve yaşama olarak anlar.
https://islamansiklopedisi.org.tr/abdulkadir-i-geylani
https://islamansiklopedisi.org.tr/ahmed-er-rifai
https://islamansiklopedisi.org.tr/ahmed-el-bedevi
https://islamansiklopedisi.org.tr/desuki-ibrahim-b-abdulaziz