HULEFÂ-yi RÂŞİDÎN
I. SİYASÎ TARİH
II. MEDENİYET TARİHİ
-
SİYASÎ TARİH
İslâm tarihinde Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir’e biat edilmesiyle başlayan, daha sonra Hz. Ömer ve Osman’ın hilâfetleriyle sürüp Hz. Ali ile sona eren döneme Hulefâ-yi Râşidîn devri denilir. Hulefâ halîfe kelimesinin, râşidîn ise “doğru yolda olan, doğruya ve hakka sımsıkı sarılan, kemale ermiş” anlamındaki râşid kelimesinin çoğuludur. Bu döneme söz konusu adın verilmesinin sebebi sahâbîden İrbâd b. Sâriye’nin rivayet ettiği, sünnetine uymanın ve bunun sınırlarını râşid halifelerin sünnetini de içine alacak şekilde genişletmenin gerekliliğini belirten Hz. Peygamber’in uzun bir hadisiyle açıklanmaktadır. Bu hadiste Resûlullah kendisinden sonra yaşayacaklara hitaben, “Herhangi bir ihtilâfla karşılaştığınızda size düşen görev, benim sünnetime ve hulefâ-yi râşidînin sünnetine uymaktır” demiştir (Müsned, IV, 126, 127; Dârimî, “Muḳaddime”, 16; İbn Mâce, “Muḳaddime”, 6; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 5; Tirmizî, “ʿİlim”, 16).
Hulefâ-yi Râşidîn’in sayısı, özellikle Sünnî İslâm dünyasında “dört halife” veya “dört seçkin dost” (çehâr yâr, çehâr yâr-i güzîn, çihâr dost) denilerek dört rakamıyla sınırlı tutulmaktadır. İlk iki halife Hz. Ebû Bekir ile Ömer birlikte zikredildiğinde “şeyhayn” tabiri kullanılmaktadır. Ehl-i sünnet’e göre ashap içinde en faziletli kimseler hilâfete geçiş sırasına göre Hulefâ-yi Râşidîn’dir.
II. MEDENİYET TARİHİ
İdarî ve Siyasî Teşkilât. Hz. Peygamber’den sonra İslâm devletinin merkezde halife, vilâyetlerde valilerle yönetilen bir siyasî ve idarî yapıya sahip olduğu bilinmektedir. Halife devletin başıdır ve Medine’de bulunan müslümanlar tarafından tesbit ve tayin edilmiş, daha sonra da diğer vilâyetlerde bulunan müslümanların biatı alınmıştır. İlk dört halifeden Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali Medine halkının seçimiyle, Hz. Ömer halef bırakma suretiyle, Hz. Osman da şûra yoluyla hilâfete gelmiştir. Hiçbir halife, ölümünden sonra yerine geçecek halifeyi belirlerken kendi ailesinden birini düşünmemiştir. Hicaz bölgesinde bir devlet geleneğine sahip olmayan ilk müslüman Araplar’ın, bütün dünyada eski çağlardan beri uygulanan verasete dayalı aile iktidarı düzenine ilgi göstermemeleri dikkat edilmesi gereken önemli bir gelişmedir. Hulefâ-yi Râşidîn döneminin halifeleri, yüksek ahlâka ve insanî değerlere sahip ilk müslümanlardan ve aşere-i mübeşşereden olmalarının yanında Hz. Peygamber ile sıhriyet bağı bulunan şahsiyetlerdi. Hz. Ebû Bekir ile Ömer onun kayınpederleri, Hz. Osman ile Ali ise damatları idi. Bu aile bağları kendilerine Resûl-i Ekrem’i daha iyi tanıma imkânı sağlamış ve müslümanlar nezdinde onlara itibar kazandırmıştır.
Dört halifenin göreve başlamasında dikkati çeken bir başka unsur da aldıkları biattır. Bu dönemde halifenin görevi müslümanların ve devletin tebaası olan gayri müslimlerin idaresini yürütmek, dini hâkim kılmak ve yaymak, bunun için cihad yapmak, adaleti sağlamak ve devleti yönetmek şeklinde özetlenebilir. Halifenin bu dönemde yargı ve yürütme yetkilerini elinde topladığı kabul edilmektedir. Bütün bu hizmetleri yerine getiren halifeler Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan şûra esasını (Âl-i İmrân 3/159; eş-Şûrâ 42/38) en iyi biçimde kullanmışlar ve devletin şûra ve biat esasları etrafında kurumlaşmasını sağlamışlardır. Böylece hızla genişleyen İslâm coğrafyası üzerinde adaleti temin edecek devletin etkinliğini göstermişlerdir.
Hulefâ-yi Râşidîn döneminde Asr-ı saâdet’te olduğu gibi ordu kumandanlarına “emîrü’l-ceyş” veya “emîrü’l-cünd” adı veriliyor, vilâyetlerin idaresini yürüten valilere de çok defa “emîr” ve bazan “âmil” deniliyordu. Çünkü valilerin çoğunluğunu fetihleri gerçekleştiren kumandanlar oluşturuyordu. Meselâ Hâlid b. Velîd, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Amr b. Âs, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, Sa‘d b. Ebû Vakkās, Umeyr b. Sa‘d, Utbe b. Gazvân, İyâz b. Ganm gibi sahâbîler hem kumandan hem de vali idiler. Valiler görevli bulundukları vilâyette halifenin otoritesini temsil ediyorlardı.
Adlî İşler. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde adlî işlerde Hz. Ömer’in çok ayrı bir yere sahip olduğu bilinmektedir. Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti sırasında Medine’de kadılık hizmetini üzerine alan Ömer kendi hilâfeti döneminde bu göreve Ebü’d-Derdâ’yı getirmiştir. Hz. Osman zamanında ise Medine’de kazâ işlerine Mugīre b. Nevfel b. Hâris bakıyordu. Kûfe Kadısı Abdullah b. Mes‘ûd’un aynı zamanda beytülmâl idaresiyle de görevlendirildiği, daha sonra Kādî Şüreyh’in Kûfe’ye tayin edildiği, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin Basra valiliğinin yanında bu şehrin kadılığını da yaptığı ve Osman b. Kays’ın yalnız Mısır kadılığına baktığı göz önüne alındığında Hz. Ömer’in, adlî işleri valilerden bağımsız doğrudan halifeye karşı sorumlu bir müessese haline getirdiği söylenebilir. Hz. Ömer âdil bir halife olarak şöhret bulmuş, bunun yanında kadılık görevine tayin ettiği kimselere, özellikle Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’ye, Kādî Şüreyh’e, Osman b. Kays’a ve Şam Valisi Muâviye’ye gönderdiği yargılama hukukuyla ilgili yazılı tâlimatlarla İslâm tarihinde mümtaz bir yer kazanmıştır. Onun, kazânın muhkem bir farîza ve uyulan bir sünnet olduğunu belirten kadının tarafsızlığı, tarafların delil getirme yükümlülükleri, barışma, hâkimin yanlış kararından dönmesi, Kitap ve Sünnet’te bulunmayan hususlarda kıyasa başvurulması, yalancılığı anlaşılıncaya kadar her müslümanın şahit kabul edilmesi, delillerin maddî olarak ortaya konulması, keyfî delillerin kaldırılması, maddî delillerin bulunmadığı hallerde yemine başvurulması gibi hukukun yargılama usulüyle ilgili belli başlı esaslarını vazetmesi, Hulefâ-yi Râşidîn döneminin yargı sahasında ulaştığı seviyeyi göstermektedir. Hz. Ömer, Şam bölgesi başkumandanı Ebû Ubeyde’ye yazdığı mektuplarda da yargılama sırasında fakir ve yabancı kimselere yumuşak davranmasını ve onlarla iyi münasebetler kurmasını istemiştir.
İçtimaî ve İktisadî Hayat. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde müslümanlar Arap yarımadası dışına çıkarak gerçekleştirdikleri fetihlerle Sâsânî İmparatorluğu’na son verip onun sahip olduğu Irak, İran, Horasan ve Azerbaycan ile Bizans İmparatorluğu’na tâbi Suriye, Filistin, Mısır, Kuzey Afrika ve Kıbrıs dahil Doğu Akdeniz’deki bazı adaları İslâm ülkesine kattılar. Farklı millet ve dinlere mensup insanların oturduğu ve çeşitli dillerin konuşulduğu bu büyük coğrafyanın müslümanların elinde kalmasını ve İslâmlaştırılmasını sağlamak üzere ciddi bazı düzenlemeler yapılmıştır. Bu bölgelerde yaşayan insanlarla onların toprakları ve servetleriyle ilgili düzenlemelere fetihlerden hemen sonra başlanmış, özellikle Hz. Ömer bu organizasyonun başmimarı olmuştur. Fethedilen yerlerdeki insanlar eğer savaşsız antlaşma yapmayı kabul etmişlerse sözlerine sadık kaldıkları sürece esir tutulmayacaklarına, İslâm’ı kabul ettiklerinde müslümanlarla aynı haklara sahip olacaklarına, eski dinlerinde kalmak istediklerinde cizye ödemek şartıyla zimmî statüsüne girerek can ve mal güvenliğine kavuşacaklarına, kendilerine din ve vicdan hürriyeti tanınıp mâbedlerine dokunulmayacağına ve ibadetlerine karışılmayacağına dair kendileriyle antlaşmalar yapılmıştır.
Diğer taraftan bu dönemde müslümanlar insanları tevhid inancına davet etmişler ve bu uğurda büyük gayret göstermişlerdir; ancak hiç kimse zorla İslâmiyet’e sokulmamıştır. Hemen her yerdeki fetihleri kitleler halinde İslâm’a katılmalar takip etmiş ve bu katılmalar, mühtedilerin müslümanların şahsiyetlerinde müşahede ettikleri İslâm’ın en doğru din olduğu yolundaki inanç ve tercihleriyle gerçekleşmiştir. Müslümanlar, fethettikleri yerlerde yaşayan halkı tarih boyunca pek çok yerde yapıldığı gibi öldürme veya köleleştirme yoluna gitmemiş, kendilerine İslâm tebliği ulaştıktan sonra ileride ihtida edeceklerini umdukları için onları zimmî statüsüne almışlardır. Yapılan bu anlaşmalarla gayri müslimler dinî ve hukukî temele dayalı kültürel kimliklerini Irak, Suriye, Filistin, Lübnan ve Mısır’da günümüze kadar koruyarak İslâm toplumu içinde yaşama imkânı bulmuşlardır. Zimmî statüsündeki bu insanların yanında Müslümanlığı kabul eden gayri Arap unsurlar da “mevâlî” adı altında, Arap yarımadasından göçüp buralara yerleşen müslümanlarla kaynaşmak suretiyle bu toprakların günümüze kadar müslüman kalmasını sağlamışlardır.
Dinî İlimler. Asr-ı saâdet’te dinî bilginin kaynağını Kur’an ve Sünnet teşkil ettiğinden Resûl-i Ekrem’in açıklamaları, uygulamaları ve onayları sahâbe açısından hem dinî eğitim hem dinî konularda bilgilenme ve öğrenim anlamına geliyordu. Bundan dolayı Hz. Peygamber’le uzun süre birlikte kalan sahâbîler aynı zamanda iyi bir dinî eğitim ve öğrenim görmüş oldular. Dinin tebliğinin tamamlanması ve Resûlullah’ın vefatı ashabı Kur’an’ı koruma, anlama ve yorumlama, sünneti tesbit etme ve öğrenme gayretine sevketti. Müslümanların, hızla gelişen fetihler sonucunda farklı gelenek ve kültürlere sahip yeni toplumlarla karşılaşması ve yeni problemlerle yüzyüze gelmesi hem sahâbenin Kur’an ve Sünnet etrafında toparlanmasını, hem de bu iki kaynağın yeni problemlerin çözümüne ışık tutacak şekilde yorumlanmasını hızlandırdı. Bu sebeple Hulefâ-yi Râşidîn döneminde Kur’an ve Sünnet etrafında yoğunlaşan bir dinî bilgilenme, bu çerçevede bir anlama ve yorumlama faaliyetinin ön plana çıktığı görülür. Bu faaliyette başta dört halife olmak üzere Kur’an ve Sünnet’i iyi bilen sahâbîler etkin rol oynamış, bu arada onların temsil ettiği farklı anlayış ve temayüller de belirginleşmeye başlamıştır. Bu dönemde, gerek Medine’de bulunan gerekse dini öğretmek amacıyla Medine dışındaki değişik bölgelere dağılan sahâbîlerin etrafında ilim halkalarının oluştuğu ve dinî yaşayışla bütünleşen bir ilmî geleneğin başladığı bilinmektedir. Dört halife döneminde, daha sonraki devirlerde çeşitli dinî ilimlerin konularını teşkil edecek olan bilgiler bir bütün halinde ele alınıyordu. Dinin anlaşılmasına, Kur’an ve Sünnet’te yer alan hükümlerin yorumlanmasına ve dinî bilgilenmede derinleşmeye yönelik bütün bu çabalar ileride kıraat, tefsir, hadis, fıkıh, kelâm gibi ayrı ilim dalları şeklinde ortaya çıkacak olan dinî ilimler için bir başlangıç teşkil etmiş ve onların oluşumunda vazgeçilmez bir önem taşımıştır.
Kıraat ve Tefsir. Hz. Ebû Bekir, o zamana kadar çeşitli sahâbîlerin yanında dağınık halde bulunan yazılı Kur’an âyetlerini iki kapak arasında toplatıp ilk mushafı meydana getirmişti; fakat Resûl-i Ekrem Kur’an’ın “yedi harf” üzere okunabileceğini söylediğinden müslümanlar onu farklı şive ve lehçelerle okumaya devam ediyorlardı (bk. el-AHRUFÜ’s-SEB‘A). Değişik merkezlerde muallim olarak hizmet gören sahâbîler de bulundukları bölgelerde Kur’an’ı kendi lehçelerine göre okutunca belli merkezlerde belli okuyuş tarzları yaygınlık kazandı (bk. KIRAAT).
Hz. Peygamber’le uzun süren beraberlikleri sayesinde Kur’an âyetlerinin hangi ortamda indiğine ve ne mânaya geldiğine vâkıf olan, Resûl-i Ekrem’in bu konulardaki açıklamalarını dikkatle takip eden sahâbîler, Hulefâ-yi Râşidîn döneminde Kur’an âyetlerinin tefsirinde müslümanlara rehberlik ettiler; onların başlattığı bu faaliyet sonraki nesiller tarafından geliştirilerek sürdürüldü. Tefsir tarihi boyunca bütün müfessirlerin Kur’an âyetlerini yorumlarken uyguladığı, öncelikli olarak Kur’an’ı Kur’an’la, onda yoksa sünnetle tefsir etme usulünün bu dönemden itibaren takip edildiği bilinmektedir. Güçlü anlayış ve kavrayış yeteneklerinin yanında Arap dili ile örf ve âdetlerini, ayrıca vahiy sırasında yarımadada yaşayan ve Kur’an’da sıkça sözü edilen Ehl-i kitabı yakından tanımaları sahâbî müfessirlerin açıklamalarına ayrı bir önem kazandırmıştır. Onların diğer bir özelliği de yorumunu bilmedikleri âyetler hakkında kendi tahmin ve kanaatleriyle görüş belirtme konusunda çekimser davranmalarıydı. Ancak bu çekimserliğin daha çok mânası kapalı (mücmel, müteşâbih) âyetlerle sınırlı olduğunu, amelî hayata ilişkin Kur’an hükümlerinin ise geniş bir açıklamaya kavuşturulduğunu belirtmek gerekir.
Hadis. Hulefâ-yi Râşidîn devri hadislerin naklinde titizlik gösterildiği, rivayetlerin tahrif edilmesini önlemek için bazı tedbirlerin alındığı bir dönemdir. İlk iki halifenin büyük bir özenle uyguladığı ilk tedbir Resûl-i Ekrem’den az hadis rivayet edilmesi olmuştur. Hz. Osman da kendisinden önceki uygulamayı sürdürmüş, Ebû Bekir ve Ömer dönemlerinde nakledilmeyen hadislerin rivayetini uygun görmemiştir. Yine bir rivayetin Hz. Peygamber’e nisbetinden kesinlikle emin olma ve sahâbîlerden, rivayet ettikleri hadisi kendileriyle birlikte Resûlullah’tan bizzat duyan bir şahit isteyerek rivayet tariklerinin arttırılmasını sağlama gibi hususlar onların üzerinde önemle durdukları tedbirlerden bazılarıdır. Hz. Ali’nin gerektiğinde hadis râvilerine yemin ettirmesi de (Müsned, I, 154, 174, 178) bu ihtiyatın bir neticesidir. Bu dönemde rivayetlerin dinin bilinen nasları ve kaideleriyle karşılaştırılarak ilmî tenkide tâbi tutulmasına başlanmış ve bu hususta Hz. Ömer ile Âişe’nin önemli katkıları olmuştur (Nûreddin Itr, s. 52-54).
Fıkıh. Hz. Peygamber’in vefatı müslümanları, yeni fıkhî problemleri Kur’an ve Sünnet’teki ilke ve açıklamalar ışığında çözmeye zorlamıştır. Bu sebeple Hulefâ-yi Râşidîn devri, Kitap ve Sünnet’in sınırlı naslarına ilâveten yavaş yavaş re’y ictihadının ve bunun çeşitli tezahür biçimlerinin kabul görüp kullanıldığı yeni bir dönemin başlangıcı sayılır ve fıkıh tarihinin ikinci devresi olarak ele alınır. Bu dönemden itibaren Kur’an ve Sünnet’i anlama, bunların sınırlı ifade ve hükümleriyle hayatın sınırsız ihtiyaç ve olayları arasında bağ kurmayı sağlayacak yorum metotları geliştirme ihtiyacını doğurmuş ve bu süreç ileride ayrı bir ilim halinde şekillenen fıkıh ve fıkıh usulü için de bir ilk adım teşkil etmiştir.
Kelâm. Hulefâ-yi Râşidîn itikadî açıdan önemli sonuçlar doğuran olayların yaşandığı bir dönemdir. İnançla ilgili tartışmalara konu olan asıl ihtilâflar Hz. Osman zamanında vuku bulmakla birlikte kaynaklar, her halife döneminde akaidle ilgili bazı görüş ayrılıklarının ortaya çıktığını belirtir. Hz. Peygamber’in vefatının ardından, aslında kamu hukukunu ilgilendirmekle birlikte daha sonra itikadî bir renk kazanan halife seçimine ilişkin anlaşmazlık Ebû Bekir’in seçilmesiyle çözümlenmiştir. Halife Ebû Bekir devrinde dinin Allah’tan geldiği şekliyle korunmasında en büyük paya sahip bulunan Kur’an’ın toplanması usûlü’d-dîn açısından kaydedilmesi gereken önemli bir olaydır.
https://islamansiklopedisi.org.tr/hulefa-yi-rasidin
Hz. ABDÜLKĀDİR-i GEYLÂNÎ
Muhyiddîn Ebû Muhammed Abdülkādir b. Ebî Sâlih Mûsâ Zengîdost el-Geylânî (ö. 561/1165-66)
470’te (1077) Hazar denizinin güneybatısındaki Gîlân eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu. Arapça’da “el-Cîlî, el-Cîlânî”, Farsça’da “Gîlî, Gîlânî”, Türkçe’de ise “Geylânî” şeklinde telaffuz edilen nisbesiyle şöhret buldu. Babası Ebû Sâlih Mûsâ’nın dindar bir kimse olduğu bilinmekte, ancak hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Hz. Ali’ye ulaşan soy şeceresi kaynaklarda şöyle verilmektedir: Abdülkādir-i Geylânî b. Mûsâ b. Abdullah b. Yahyâ b. Muhammed b. Mûsâ el-Cevn b. Abdullah el-Kâmil b. Hasan el-Müsennâ b. Hasan b. Ali. Hz. Hasan soyundan gelen şerifler İdrîsîler, Sa‘dîler (Filâliyyûn) ve Kādirîler adı verilen üç kola ayrılırlar.
Küçük yaşta babasını kaybeden Abdülkādir, annesinin yanında ve dedesi Savmaî’nin himayesinde büyüdü. Bütün gayesi tahsiline devrin en önemli ilim ve kültür merkezi olan Bağdat’ta devam etmekti. On sekiz yaşına gelince annesinden izin alarak bir kafileye katılıp Bağdat’a gitti (1095). Orada Ebû Gālib b. Bâkıllânî, Ca‘fer es-Serrâc, Ebû Bekir Sûsen ve Ebû Tâlib b. Yûsuf gibi âlimlerden hadis; Ebû Sa‘d el-Muharrimî (Mahzûmî), Ebû Hattâb ve Kādî Ebû Hüseyin gibi hukukçulardan fıkıh; Zekeriyyâ-yı Tebrîzî gibi dilcilerden de edebiyat okudu. Kısa zamanda usul*, fürû* ve mezhepler konusunda geniş bilgi sahibi oldu. Bağdat mutasavvıflarıyla yakın dostluklar kurduğu bu yıllarda Ebü’l-Hayr Muhammed b. Müslim ed-Debbâs (ö. 525/1131) vasıtasıyla tasavvufa intisap etti. Kaynaklar tarikat hırkasını Debbâs’tan giydiğini ve onun damadı olduğunu bildirirler. Hocası Ebû Sa‘d’ın kendisine tahsis ettiği Bâbülerec’deki medresede hadis, tefsir, kıraat, fıkıh ve nahiv gibi ilimleri okuttu ve vaaz vermeye başladı. Dinî ve Tasavvufî Düşünceleri. Abdülkādir-i Geylânî, Bağdat’a gittiği zaman mensup olduğu Şâfiî mezhebini bırakarak mizacına daha uygun gelen Hanbelî mezhebine girmiş, bununla birlikte hayatının sonuna kadar her iki mezhebe göre fetva vermiştir. Rivayete göre rüyasında Ahmed b. Hanbel Abdülkādir’den, o sırada zayıf durumda bulunan Hanbelîliği canlandırmasını istemiş, o da Hanbelî mezhebine girerek bütün gücüyle bu mezhebi ihya etmeye çalışmıştır. Yaşadığı dönemde Hanbelîler’in imamı olmuş ve bundan dolayı kendisine “Muhyiddin” (dini ihya eden) unvanı verilmiştir.
Abdülkādir-i Geylânî’nin tasavvufu, şeriata ve dinin zâhirî hükümlerine titizlikle bağlı kalma esasına dayanır. O, her an Kur’an ve hadislere uygun hareket etmeyi şart koşar. Ona göre bir zâhidin hayatında görülebilecek derunî haller dinî ölçülerin dışına taşmamalıdır. Müridlerine hep, “Uyun, uydurmayın; itaat edin, muhalefet etmeyin, yakınmayın; temizlenin, kirlenmeyin” şeklinde tavsiyelerde bulunurdu. Dinin zâhirî hükümlerine uymadığı için Sehl et-Tüsterî’nin “sır” nazariyesini reddetmiş, kendi tarikatının şeriata uygun olduğu İbn Teymiyye gibi bir münekkit tarafından bile kabul edilmiştir. Semâ*a karşı değildir. Kur’an’ın telhin ve teganni ile değil, tertîl ve tecvid üzere okunmasını ister, aksine hareket etmeyi yasaklardı.
Hz. AHMED er-RİFÂÎ
Seyyid Ahmed b. Alî el-Mekkî b. Yahyâ er-Rifâî (ö. 578/1182)
512’de (1118), Bağdat’la Basra arasında kalan Batâih bölgesinde Ümmüabîde köyünde doğdu. Atalarından Rifâa el-Hasan el-Mekkî’den (ö. 331/943) dolayı Rifâî nisbesini aldı. Şa‘rânî ise eṭ-Ṭabaḳātü’l-kübrâ’sında (s. 140), bu nisbenin aynı ismi taşıyan bir Arap kabilesine mensup olmasından ileri geldiğini yazar. Ahmed er-Rifâî’nin Hz. Hüseyin soyundan gelen bir seyyid olduğunda bütün kaynaklar birleşirler. İmam Mûsâ el-Kâzım’ın oğlu İbrâhim el-Murtazâ neslinden olan ceddi Rifâa el-Hasan el-Mekkî, Karmatîler’in sebep olduğu kargaşa ve isyanlar sırasında Mekke’den İspanya’ya hicret ederek İşbîliye’ye yerleşti. Torunlarından Seyyid Yahyâ, ailesiyle birlikte İşbîliye’den tekrar Hicaz’a dönmüş (450/1058), daha sonra Basra’ya gitmişti. Orada kendisine Şiîler’le Sünnîler arasındaki kavgalara son vermesi için Tâlibiyyûn’un nakiblik görevi verilmiş, Basra, Vâsıt ve Batâih bölgelerinde huzuru sağlamıştı. Ahmed er-Rifâî’nin babası olan Seyyid Ali bu zatın oğludur; annesi ise Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin soyundan Fâtıma el-Ensârî’dir.
Babası öldüğünde yedi yaşında olan Ahmed er-Rifâî’yi, devrin büyük sûfîlerinden dayısı Mansûr el-Batâihî, annesi ve kardeşleriyle birlikte himayesine aldı. Kur’an öğrenimini ve hıfzını tamamladıktan sonra, devrin âlim ve mutasavvıflarından Ali Ebü’l-Fazl el-Vâsıtî ve diğer bazı âlimlerden İslâmî ilimleri öğrendi. Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin Şâfiî fıkhı ile ilgili Kitâbü’t-Tenbîh’ini okudu. Bu kitaba yazdığı şerh Moğol istilâsı sırasında kaybolmuştur. Vâsıtî ona icâzet verdi ve hırkasını giydirdi. “Herkes üstadıyla ben ise talebem Rifâî ile iftihar ederim” diyen Vâsıtî, zâhir ve bâtın ilimlerine sahip bir âlim ve sûfî olduğunu belirtmek üzere ona “ebü’l-alemeyn” unvanını verdi. Ahmed er-Rifâî, Vâsıtî’nin ölümünden sonra dayısı Mansûr el-Batâihî’nin terbiye ve irşad halkasına girdi. Rifâî’ye hilâfet* ve “şeyhü’ş-şüyûh” unvanını vererek kendisine bağlı bütün tekkelerin şeyhliğini de tevdi eden Batâihî, Ümmüabîde’deki tekkeye yerleşip müridlerin irşad ve terbiyesiyle meşgul olmasını istedi.
1160’ta bazı yakınları ve müridleriyle birlikte hacca gitti. Dönüşte Medine’yi ziyaret etti. Medine uzaktan görününce devesinden inip yürüyerek Ravza-i Mutahhara’ya girdi. Rifâî’nin bu ziyaret sırasında zuhur ettiği ileri sürülen bir kerametiyle ilgili menkıbe oldukça meşhurdur. Rivayete göre, Hz. Peygamber’in kabri önüne gelince “es-Selâmü aleyke yâ ceddî!” diyerek selâm vermiş, orada bulunanlar Hz. Peygamber’in “Aleyke’s-selâm yâ veledî!” sözüyle selâma karşılık verdiğini duymuşlar; cezbeye gelen Rifâî diz çöküp, “Uzakta iken benim yerime varıp toprağını öpsün diye sana ruhumu gönderiyordum; şimdi bu devlet bedenime de nasip oldu; uzat elini de dudaklarımla öpeyim” mânasına gelen meşhur şiirini okumuş; bunun üzerine Hz. Peygamber’in kabrinden dışarıya nûrânî bir el uzanmış ve Rifâî bu eli öpmüş; aralarında Hayât b. Kays el-Harrânî ve Adi b. Müsâfir gibi zatların da bulunduğu büyük bir topluluk hadiseye şahit olmuşlardır. Ahmed er-Rifâî’nin biyografisini yazan müellifler pek çok şahit ismi sayarak bu menkıbeyi mütevâtir bir haber şeklinde değerlendirirler. Ġāyetü’t-taḥrîr müellifi Abdülazîz ed-Dîrînî, Hz. Peygamber’in selâma karşılık vermesinin ve kabrinden dışarıya nûrânî bir elin uzanmasının mümkün olduğu hakkında devrin kadısına ait bir fetvayı da zikreder. Celâleddin es-Süyûtî bu haberi incelediği eş-Şerefü’l-muhtem adlı risâlesinde hadisenin tevâtür derecesine ulaştığını söyler. Rifâî şeyhlerinden Ebü’l-Hüdâ es-Sayyâdî de bu menkıbe hakkında kaleme aldığı el-Kenzü’l-mutalsem fî meddi yedi’n-Nebî li-veledihi’l-gavs er-Rifâʿî adlı eserinde bu menkıbeye yer veren pek çok kitap ve müelliften iktibaslar yapmıştır. Rifâî’ye saygısı ve bağlılığı olanların bu menkıbeyi mütevâtir haber olarak gösterme gayretlerine rağmen, bizzat Rifâî, prensip olarak keramete önem vermemiştir.
Ahmed er-Rifâî’nin menkıbe ve eserlerinde görülen tasavvuf ve tarikat anlayışı Kitap ve Sünnet’e tamamen uygundur. Buna göre İslâm, “zâhir” ve “bâtın”ı ile bir bütündür. Bâtın zâhirin özü, zâhir bâtının zarfıdır; zâhir olmasa bâtın da olmazdı. Kalp cesetsiz olmaz, kalbi olmayan ceset ise çürür. Tasavvuf bâtın ilmidir. Tarikat şeriat demektir. Derviş olmak için toplumdan uzaklaşmak gerekmez. Müridler dünyevî meşguliyetlerini terketmeksizin, helâl ve harama dikkat ederek ve gafletten uzak kalmak suretiyle hak yolunda ilerleyebilirler. Tasavvuf baştan sona “edep”ten ibarettir ve bütün edepler Hz. Peygamber’in sünnetine tâbi olarak elde edilir.
Hz. AHMED el-BEDEVÎ
Ebü’l-Fityân Ahmed b. Ahmed b. İbrâhîm el-Fâsî et-Tantâvî el-Bedevî (ö. 675/1276)
Milâdî 692 yılında Arabistan’da çıkan karışıklıklar üzerine Fas’a göç eden bir aileye mensuptur. 596’da (1200) Fas’ta doğdu. Yüzünü Afrika bedevîleri gibi örttüğü için el-Bedevî, cesur ve atılgan bir genç olduğu için de el-Attâb ve Ebü’l-Fityân lakaplarıyla tanındı. Küçük yaşta ailesiyle birlikte hacca gitti. Mekke’de iken babası vefat etti. Gençlik döneminde zâhirî ilimlerle meşgul oldu. Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledikten sonra kıraat ilmine ilgi duydu ve Kur’an’ı kırâat-i seb‘a* üzere okumayı öğrendi.
Bedevî’nin Kuzey Afrika ve özellikle Mısır’ın dinî-tasavvufî hayatında derin izleri olduğu gibi tasavvuf tarihi içinde de önemli bir yeri vardır. Tasavvuf ehli onu Abdülkādir-i Geylânî, Ahmed er-Rifâî ve İbrâhim ed-Desûkī ile birlikte “aktâb-ı erbaa”dan biri olarak kabul eder. Bedevî Mısır halkı tarafından aynı zamanda büyük bir kahraman ve kurtarıcı olarak tanınmış, hıristiyanların elinden müslümanları kurtardığına inanıldığı için “mücîbü’l-üsârâ min bilâdi’n-nasârâ” lakabını almıştır. Ayrıca Bedeviyye tarikatı mensuplarının Haçlılar’a karşı verdikleri çetin mücadele de bilinmektedir.
Hz. DESÛKĪ, İbrâhim b. Abdülazîz
Burhânüddîn İbrâhîm b. Ebi’l-Mecd Abdilazîz ed-Desûkī (ö. 676/1277)
633’te (1235) Aşağı Mısır’daki Markus’ta doğdu. Ömrünün çoğunu aynı bölgedeki Desûk (Düsûk, Disûk) kasabasında geçirdiğinden Desûkī nisbesiyle ve Ebü’l-Ayneyn unvanıyla tanındı. Babası Ebü’l-Mecd Abdülazîz, Rifâî şeyhlerinden Ebü’l-Feth Ebü’l-Ganâim el-Vâsıtî’nin damadı ve halifesiydi. Pek çok velî gibi onun şeceresi de Hz. Hüseyin’e bağlandığı için seyyid kabul edilmektedir.
İbrâhim ed-Desûkī öğrenimine Desûk’ta başladı; Kur’an’ı ezberledi; Şâfiî fıkhı okudu. Sonra babasından Rifâiyye hırkasını giydi. Daha sonra Sühreverdî şeyhlerinden Necmeddin İsfahânî’ye intisap etti. Şâzeliyye tarikatına da sülûk eden Desûkī’nin ayrıca Ebû Medyen el-Mağribî’ye ulaşan bir silsilesi daha vardır. Bütün bunlar onun Rifâiyye, Sühreverdiyye, Şâzeliyye gibi tarikatları yakından tanıdığını ve bunlardan nasip aldığını gösterir.
Mutasavvıflar tarafından dört büyük kutubdan biri olarak kabul edilen Desûkī (diğer üçü Abdülkādir-i Geylânî, Ahmed er-Rifâî, Ahmed el-Bedevî’dir) yirmi yıl kadar halvethânesinde mücahede ve tefekkürle meşgul oldu. Babasının cenaze namazını kılmak için çıktığı bu halvethâneye tekrar dönmek istediyse de dostlarının ricası üzerine bundan vazgeçti. Hayatta iken etrafında toplanan müridleri, kendisinin kırk üç yaşında vefatından sonra halifesi ve kardeşi Şeyh Mûsâ’ya tâbi olup onun tasavvuf anlayışını devam ettirmişler ve bir tarikat haline getirmişlerdir.
Desûkī vefat ettiğinde halvethânesine gömülmüştür. Sağlığında bu halvethânenin yanında inşasına başlanan cami el-Câmiu’l-İbrâhîmî veya Ma‘hedü Desûk diye bilinir. Sultan Kayıtbay tarafından onarılan ve daha sonra bazı değişiklikler geçiren cami bugünkü şeklini 1885’te Hidiv Tevfik zamanında almıştır.
Desûkī bir yönüyle şeriata çok bağlı, diğer yönüyle son derece esrarengiz bir sûfîdir. Müridlerin şeyhlerine çok bağlı olmaları, şeyhlerin de müridlerine evlâtları gibi muamele etmeleri gerektiğini belirtir. Helâl yemeye, hak hukuk gözetmeye ve şeriatın hükümlerine sıkı bir şekilde bağlı kalmaya büyük önem verir. Şeriatla hakikatin, zâhirle bâtının bağdaştırılmasını ister. Hakikati tasvir ve ifade olarak değil zevk ve yaşama olarak anlar.
https://islamansiklopedisi.org.tr/abdulkadir-i-geylani
https://islamansiklopedisi.org.tr/ahmed-er-rifai
https://islamansiklopedisi.org.tr/ahmed-el-bedevi
https://islamansiklopedisi.org.tr/desuki-ibrahim-b-abdulaziz